Bindi kır atına Dördüncü Murad
Etek öptü Dicle, baş eğdi Fırat
Açıldı sancaklar, yükseldi tuğlar
Hazır ol vaktine hazır ol Bağdat.
Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
Irak dünyanın ilk önemli yerleşim merkezlerinden Mezopotamya bölgesi içerisindedir. M.Ö. 7. yüzyıla kadar Sümer, Akad, Babil ve Asurlular’ın elinde kalmış ve bu asırda Persler’in eline geçmiştir. İslâmiyet’ten önce, Araplar da bölgede Main, Sebai ve Himyeri devletlerini kurdular. İslâmiyetin doğuşu ve gelişmesi ile beraber Müslümanlar uzun bir süre bölgeye hakim oldular. Müslümanlar’ın dördüncü halifesi Hazreti Ali’nin kabri Necef (Kufe)’tedir. Oğlu Hazreti Hüseyin Kerbela’da şehid düşmüştür. İmam-ı Azam Ebu Hanife, Ahmed bin Hanbel, Abdülkâdir Geylanî gibi büyük alim ve veliler Bağdat ve Kufe’de yetişmişler, insanlığa ilim ve hikmet yaymışlardır. Bu üç zatın türbesi de Bağdat’tadır.
Abbasiler 762 yılından itibaren Bağdat’ı yeni baştan imar ederek devletlerine başkent yaptılar. Böylece Bağdat İslâm dünyasının başşehri ve dünyanın en önemli kültür merkezlerinden biri oldu. Bilhassa 786-809 yılları arasında halifelik yapan Harun Reşid ve oğlu Memun dönemlerinde Irak dünyanın en parlak ilim ve kültür merkezi haline geldi ve bu vasfını yüzyıllar boyu devam ettirdi. Ancak 1258’de bölgeye giren Moğollar bu mamur beldeleri görülmemiş bir biçimde tahrip ettiler. Dolayısıyla Irak eski haşmetli günlerini bir daha yakalayamadı. Moğollar’ın nüfuzlarını kaybetmelerinden sonra sırasıyla Celayirliler, Timuroğulları, Karakoyunlular, Akkoyunlular ve Safeviler’in idaresi altında kaldı.
Osmanlı sancakları bölgede
Yavuz Sultan Selim‘in 1514’de Safeviler’e Çaldıran’da şiddetli bir darbe indirmesinden sonra Osmanlılar Kuzey Irak ve Musul bölgesini ele geçirdiler. Elde edilen bu bölge Diyarbekir eyâletine bağlandı. Kanuni Sultan Süleyman, babası döneminde fethedilen Kuzey Irak’a 20 yıl sonra Orta ve Güney Irak’ı, Bağdat ve Basra bölgelerini de eklemiştir. Bu fetihler sonucunda bölgenin idarî yapısında da birtakım değişikliklere gidilmiştir. Musul bölgesi Diyarbekir eyâletinden alınıp yeni teşkil olunan Bağdat Beylerbeyliği’ne bağlanmıştır. Diyarbekir eski beylerbeyi Süleyman Paşa eyâletin ilk valisi olmuştur.
Kanuni, dört ay kaldığı süre içinde Bağdat’ta imar ve inşa faaliyetleri ile meşgul oldu. Kâzımiyye’de yarım kalan bir camiyi tamamlattı. İmam-ı Azam‘ın mezarını buldurup burada türbe, cami ve medrese inşa ettirdi. Abdülkâdir-i Geylâni’nin cami ve türbesi için zengin vakıflar tayin etti.
Osmanlı Sultanı I. Ahmed Han devrine kadar Bağdat huzur ve sükûn dolu bir devre geçirmiştir. Zaman zaman küçük çapta aşiret ayaklanmaları görülmüşse de bunlar kolaylıkla bastırılmıştır. I. Ahmed Han döneminde meydana gelen Celâlî ayaklanmaları Bağdat’taki düzenin de bozulmasına sebep olmuştur. Tavil Ahmed ve oğlu Mehmed’in başını çektiği Celâlî liderleri, Nasuh Paşa ve Cağalazâde Mahmud Paşa’nın gayretli faaliyetleri sonucu bertaraf olunmuştur.
Subaşı fitnesi
I. Ahmed’den sonra merkezî otoritenin sarsılması sebebiyle Bağdat’ta yeniden isyanlar çıktı. Yeniçeri zabiti Bekir Subaşı ve Azablar ağası Mehmed Kamber idareyi zorla ele geçirdiler. Bağdat Valisi Hafız Ahmed ve Kemankeş Ali paşalar, bunların nüfuzlarını kırmak için uğraştılarsa da başarılı olamadılar. Eyâletin İran’a yakınlığı ve Safeviler’in olayları körüklemeleri karışıklığın daha da artmasına yolaçtı. Çok geçmeden iki zorbanın araları açıldı. Yeni Bağdat Beylerbeyi Yusuf Paşa, Mehmed Kanber ile bir olarak Bekir Subaşı taraftarlarını ortadan kaldırmak istedi. Ancak aleyhindeki tertipten zamanında haberdar olan Bekir Subaşı kısa sürede Bağdat’a hakim oldu. Bu sırada Yusuf Paşa’nın ani ölümü ile iç kaleyi de eline geçirdi. Aleyhine çalışanları şiddetle cezalandırdı.
Bağdat’daki karışıklıkları önlemek üzere görevlendirilen Diyarbekir Beylerbeyi Hafız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’nın Safeviler’le ittifak içerisinde olduğunu öğrenince niyetini değiştirdi. Merkeze derhal bir rapor göndererek Bekir Subaşı’nın şehri Safeviler’e terkedebileceğini bunun önüne geçebilmek için onun valiliğinin onaylanması gerektiğini bildirdi. Teklif devlet tarafından da uygun görülerek kabul edildi.
Yeniden Safeviler
Bu arada Bekir Subaşı Osmanlı ordusunun kale önüne gelmesi üzerine Safevi hükümdarına haber göndererek yardım istemişti. Şah Abbas’da Hemedan Emiri Safi Kulu Han komutasında bir ordu gönderdi. Bekir Subaşı şehrin Safevi Devleti koruması altında olduğunu, Osmanlı ordusu Bağdat önünden çekilmezse iki devlet arasında harp çıkabileceğini bildirdi. Bunun üzerine Hafız Ahmed Paşa, Bekir Subaşı’yı acele ile beylerbeyi tayin etti ve Bekir Subaşı da İran taraftarlarını şehirden kovdu. Bekir Subaşı’nın bu hareketine kızan Şah Abbas ordusu ile gelerek şehri kuşattı. Bir taraftan Osmanlı Devleti’nden yardım isteyen Bekir Subaşı diğer taraftan şiddetle kaleyi savundu. Üç ay süren kuşatmanın sonunda şehirde şiddetli bir kıtlık başladı. Bu arada Bekir Subaşı öldü. Bekir Subaşı’nın oğlu Mehmed, Şah Abbas’ın kendisine Bağdat valiliğini vaad etmesi üzerine şehri Safeviler’e teslim etti (1623). Şah Abbas verdiği sözün aksine şehirdeki Sünnî halka büyük zulüm ve katliâm hareketinde bulundu. Şehrin büyük kısmını tahrip etti. İmam-ı Azam ile Abdülkâdir-i Geylani’nin türbelerini yıktırdı.
Hasret yılları
90 yıldır Osmanlı hakimiyetinde bulunan Bağdat’ın Safeviler eline düşmesi İstanbul’da ve bütün Sünnî İslâm dünyasında üzüntüye sebep oldu. Sultan IV. Murad’ın çocuk yaşta olmasına ve İstanbul’da zorbaların çıkardığı karışıklıklara rağmen Bağdat’ı geri alabilmek için derhal harekete geçildi.
Hafız Ahmed Paşa kumandasındaki Osmanlı ordusu 13 Kasım 1625’ten 3 Temmuz 1626’ya kadar Bağdat’ı kuşatma altında tuttu. Şehrin düşmesi an meselesi iken Osmanlı askerleri arasında baş gösteren hastalık ve yorgunluk sebebiyle netice alınamadı. 1629’da Sadrâzam Boşnak Hüsrev Paşa ikinci kez Bağdat seferine çıktı. Kırk gün süren bu kuşatmadan da bir netice elde edilemedi. Merkezdeki karışıklıklar da Osmanlı ordusundaki gayret ve sebatı kırıyor, kesin bir sonuca ulaşmaya mâni oluyordu.
Dîn-ü Peygamber gayreti
Öte yandan Sultan IV. Murad Han idareyi ele alıp zorbaları temizledikten sonra önce Revan’ı fethetmiş ardından yaklaşık 15 yıldır düşman elindeki Bağdat’ı zaptetmeye niyet etmişti. Zira bu onun en büyük idealiydi.
Zira daha evvel Hafız Ahmed Paşa Bağdat önlerinde çaresiz kalıp da:
Aldı etrafı adûv (düşman) imdada asker yok mudur?
Dîn yolunda baş verir bir merd ü server yok mudur?
diyerek şikayette bulunurken;
Murad Han da:
Hâfızâ Bağdad’a imdad etmeye er yok mudur?
Bizden istimdad edersin sende asker yok mudur?
Merdlik dava idersin, bu muhanneslik neden?
Havf idersen, bâri yanında dilaver yok mudur?
Ebu Hanife şehrin ihmalinle viran ettiler;
Sende gayret-i dîn ü peygamber yok mudur?
beyitleriyle herkesi bu yüce dava uğruna şevke, gayrete ve aşka getirmeye çalışmıştı. Ancak bütün bu fedakârlıklar sonuç vermemiş ve Bağdat, Murad Han’ın içine sanki yüzyıl gibi gelen bir hasret ateşi yakmıştı.
Belinde Hz. Ömer kılıcı!
İran hükümdarı Şah Safi’nin sulh tekliflerini şiddetle reddeden genç Osmanlı Hükümdarı kendisinden önce Sadrazam Bayram Paşa’yı gerekli tertibatı alması için Anadolu’ya gönderdi. Sefer hazırlıklarını gören padişah da Sivaslı Abdülmecid Şeyhî Efendi’nin elinden Hazret-i Ömer’in kılıcını beline kuşandıktan sonra harekete geçti. 8 Mayıs 1638 günü Üsküdar ordugâhından, yanında 86 yaşındaki Şeyhülislâm Yahya Efendi, alimler ve veliler olduğu halde Bağdat’ı fethetmek niyetiyle hareket etti. Padişahın yapmış olduğu sefer hazırlıkları o kadar mükemmel ve zengin ve o kadar ihtişamlı idi ki bunlar kaynaklarda sahifelerce anlatılmaktadır. Nitekim Neft de güzel bir kasidesinde bu hususu belirtirken şöyle demektedir:
Nice benzer sana tarz-ı padişahân-ı selef
Bir midir pervâz-ı anka ile pervâz-ı cerad
(Geçmiş padişahların tarzları sana nasıl benzer
Ankanın uçuşu ile çekirgenin uçuşu bir midir?..)
Osmanlı ordusu şehirlerden tam bir nizam ve disiplin içerisinde geçerek Konya yoluyla Haleb’e doğru hareket etti. Ordu Birecik’te iken Sadrâzam Bayram Paşa vefat etti. Padişah bu kıymetli devlet adamının vefatına çok üzülüp ağladı. Sadarete Tayyar Mehmed Paşa getirildi.
Delinmez denilen kalkan
Musul’a varıldığında orduya gelen Hindistan elçisi huzura kabul olundu. Hind padişahı Murad Han’a gönderdiği mektupta kendisinin de Kandehar üzerine yürüdüğünü beyan ediyor ve Cenab-ı Hakkın her ikisini de muzaffer kılması için dua ediyordu. Hind elçisinin getirdiği kıymetli hediyeler arasında 150.000 guruş değerinde murassa bir kemer ile fil kulağından yapılmış ve üzerine gergedan postu geçirilmiş; tüfek, kılıç ve kargı kâr etmez diye inanılan bir kalkan dahi vardı.
Sultan Murad bu kalkanı önüne koydurarak mızrak ile öyle kuvvetli bir darbe vurdu ki mızrak kalkanın bir tarafından öbür tarafına geçti. Kalkanın içine 500 altın konularak elçiye teslim olundu. Osmanlı ordusu, İstanbul’dan hareketinin yüz doksan yedinci günü Bağdat önlerine ulaştı.
Haya ederim!
İmam-ı Azam türbesinin bulunduğu kısım surların dışında olduğundan daha önceden ele geçirilmişti. Padişaha öncelikle İmam-ı Azam Hazretlerinin türbesini ziyaret etmenin iyi olacağı söylenince genç ve haşin hükümdar ağlamaklı bir şekilde: “Bağdat şehri sapıkların pis ayaklarıyla kirlenirken yüce imamımızın kabrini ziyarete gitmekten haya ederim” cevabım verdi.
Padişahın otağı Dicle’ye yakın bir tepenin üzerinde, İmam-ı Azam kalesi karşısına kuruldu. Ancak Murad Han otağına girmeden her gruba bulunacağı yeri göstermek üzere asker arasına karıştı. Daha önce Hafız Ahmed Paşa Bağdat’ı, aşağı tarafındaki Karanlık Kapı’dan ve Hüsrev Paşa ise İmam-ı Azam Kapısı tarafından kuşattıklarından bu mevkiler daha ziyade tahkim edilmişti. Vezir-i azam Tayyar Paşa bu durumu padişaha arz ile kuşatmanın, pek muhkem olmadığı haber alınan Ak Kapı tarafından yapılmasını arzeyledi. Mütalaası kabul olunarak hemen o gece asker siperler kazıp metrislere girdi. Diğer kale kapıları da kuşatıldı.
Ak Kapı tarafında vezir-i azam, yeniçeri ağası ve Rumeli beylerbeyi yerleşmişti. Bu mevkiden Karanlık Kapı’ya kadar Kaptan Paşa, Sivas Beylerbeyi, Samsoncubaşı, Köstendil ve Avlonya beyleri ve Mısır askeriyle beraber Anadolu Beylerbeyi emrindeki kuvvetler dizilmişlerdi.
Bağdat’ın müdafii Bektaş Han’ın emri altında 40 bin kişilik bir Safevi garnizonu bulunuyordu. Şah Safi ise atlı kuvvetleriyle Kasr-ı Şirin’e gelerek gün be gün muhasaranın gidişatını takibe başladı. O Bağdat’ın güçlü surlarına ve müdafaa kuvvetlerinin çokluğuna güveniyordu. Kuşatma uzayıp kış mevsimi gelince padişahın geri çekileceğini ümid ediyordu. Sultan Murad Han 12 bin kişilik sipahi kuvvetini İran içlerine sokup Şehriban bölgesini çiğnettiği halde Şah’ı savaş meydanına çekemedi.
Bu arada 18-20 okka gülle atan Osmanlı topları kaleyi şiddetle dövmeye devam ediyorlardı. Muhasaranın sekizinci günü metrisler hendek kenarına kadar vardı. Padişah devamlı olarak siperleri gezip askerleri teşcî ediyordu. İranlılar ise siperlere karşı yoğun taarruz ve baskınlarda bulunuyorlar ve bunlar Osmanlı askerinin gayretleriyle defediliyordu.
Şecaatin bu mudur?
Muhasaranın 37. gününe gelindiğinde hendekler dolmuş kale duvarları pek çok yerden yıkılmış bulunuyordu. Genç padişah vezir-i azamını huzuruna davet ederek; “Hendekler doldu niçin yürüyüş edilmiyor” diyerek tekdir etti. Sadrâzam:
“Padişahım sabrolunsun. Yakında şehir fetholunur. Yürüyüşe zaman vardır. Acele ile askeri kırdırmayalım” deyince Padişah:
“Senin namın, dilaverliğin ve şecaatin bu mudur? Tehirin manası nedir?” deyince Vezir-i âzam: “Ben canımı pâdişâhıma feda etmişim. Tayyar kulun ölmekle bir şey olmaz. Hemen Cenâb-ı Hakk kal’ayı ihsan buyursun” sözleriyle ertesi gün kaleye yürüyüş ilan ettirdi.
Bütün gece Osmanlı dilaverlerinin gözüne uyku girmedi. Geceyi dua, niyaz ve yakarışla geçirdiler. Sabah namazını kılıp güneşin doğması ile beraber Allah Allah! sadalarıyla yayından fırlayan ok gibi Bağdat üzerine aktılar. Vezirler, yeniçeri ümerası, beğlerbeği ve sancak beğleri hendeklerden çıkarak en önde kuleler üzerine gittiler. Şiddetli çarpışmalar sonucunda bazı kuleler ele geçerek bayrak dikildi. Tayyar Paşa da daima ilk safta olmak üzere kılıcıyla Acemler’in başlarını uçurmakta iken, alnına bir kurşun isabetiyle şehid düştü.
Sultan Murad bunu duyunca teessür içerisinde kalarak:
“Ah Tayyar! Bağdat gibi bin kaleye değerdin” dedikten sonra vezirine rahmet okumuştur.
Tayyar Paşa İmam-ı Azam türbesinde, eskiden Bağdat valisi olan pederinin ayak ucunda defnolundu. Naima onun için “Said olarak yaşadı, şehid olarak öldü” ifadesini kullanmaktadır.
Göreyim seni
Sultan Murad Han, Tayyar Paşa’dan boşalan Vezir-i Azamlık Makamına Kemankeş Kara Mustafa Paşa’yı getirdikten sonra: “Göreyim seni! Cenâb-ı Hakk’ın inâyetiyle Bağdad fethini senden beklerim. Bu hizmet için can ve başla çalışmalısın. Allah muinin olsun” dedi.
Mustafa Paşa yer öperek:
“Padişahın kalbi teveccühlerini ve hayır dualarını isterim” dedikten sonra ağlayarak çıktı. Kemankeş Mustafa Paşa, Tayyar Paşa’nın şehadetiyle askerin bir an için kesilen kahramanlıklarını yeniden alevlendirmek üzere hendek üzerine yürüdü. Mustafa Paşa’nın; levendlerinin ve ağalarının önünde bu şekilde ileri atıldığını gören askerler hep bir ağızdan; “Ölmek bu gün içindir” diyerek yeni bir şevkle çarpışmaya başladılar. Ve bütün kuleler alınıncaya, müdafiler aman dileyinceye kadar da durmadılar.
İşte Bir Avuç Kanımla Başım
Nihayet muhasaranın 40. günü Bağdat Hanı, muhafızlarından bir Acem vasıtasıyla Sultan Murad’a teslim olmayı kabul ettiklerini ve huzuruna varmak istediğini bildirdi. Genç Padişah başında levend varî bir keşmir şalı, onun üzerinde murassa bir iğne ile tutturulmuş sorgucu ve dizlerinin üzerinde kılıcı olduğu halde altın bir taht üzerine oturmuştu.
Şeyhülislâm, vezirler ve sâir erkan da yerlerini alınca Bektaş Han korkusundan aklı başından gitmiş bir halde titreye titreye huzura girdi ve yer öperek el pençe durdu. Hünkâr; büyük bir şevketle:
“Neden bana karşı koydun? Bu kadar direnmek neden gerekti? Daha evvel aman dilesen olmaz mıydı?” deyince Bektaş Han tekrar yer öptükten sonra:
“Velinimetimiz olan şahımız uğruna elden geldiği kadar direnmek lazım idi. Nitekim saadetlü padişahımın kulları da uğrunuzda ellerinden geleni yaparlar. İşte bir avuç kanımla başım ve canım. Huzurunuza geldim. Dilerse katletsin, dilerse affetsin. Ferman padişâhımındır.”
Bu cevabı beğenen Hünkâr:
“Elbette öyledir. Efendine hizmet etmek ise ancak bu kadar olur. Sana ve sana tabi olanlara aman verdim.”
Böylece, muhasaranın 40. günü Bağdat bir kez daha Osmanlı Türkleri’nin idaresi altına giriyordu (24 Aralık 1638).
Bağdat kalesi bu şekilde teslim olduğu ve içinde bulunanlara aman verildiği halde, iç kaledeki bazı mutaassıp Safeviler teslim olmayı reddederek mukavemete kalkıştılar. Ancak, ertesi gün Halef Han’ın müdafaa ettiği iç kale zorla alınarak karşı koyanlar kılıçtan geçirildiler. Bunlardan ancak üç yüz kadarı çoğu yaralı oldukları halde kaçıp kurtulabilmişlerdir.
Gazam (1048)
Bağdat’ın fethine Sultan Murad Han “Gazam” (H.1048) lafzını târih olarak düşürmüştür. Ayrıca:
Hızr âsâ geldi yetdi himmet-i kutb-ı zaman
Bî taab feth eyledim Bağdad şehrin râyekân
beytini şehrin fethi münasebetiyle söylemiştir.
Şeyhülislâm Yahya Efendi de;
Hazret-i Sultan Gâzî Hân-ı Murâd-ı kâmyâb
Eyledi çün feth-i Bağdad’a seadetlü hücum
Hakk Teâlâ Hazreti anı müyesser eyledi
Didi târihin lisan-ı feth “Gül Hâkan-ı rum
” (H.1048)
diyerek fethe tarih düşürdü.
Bağdat fatihi Sultan IV. Murad tebrikleri kabul ettikten sonra büyük bir gönül huzuru içerisinde maiyetine dönerek:
İşte şimdi mezhebimizin reisi Ebû Hanife Hazretlerini ziyarete yüzümüz oldu.. dedikten sonra bütün maiyyetiyle birlikte Hazret-i İmam-ı Azâm’ın türbesine yüz sürdüler.
Bağdat yeniden…
Sultan IV. Murad, Safeviler elinde çok tahrip gören Bağdat’ı imar etmek için büyük para harcadı. İmam-ı Azâm Ebu Hanife Hazretlerinin türbesi bakımsız ve perişan bir haldeydi. Padişah, atası Süleyman Han’ın yaptırdığı türbenin aynı şekilde inşasını emretti. Bütün kafes şebekesi som gümüşten yapıldı. Altın ve mücevherli yüzlerce kandil kondu. Saadetlü kapısı ve eşiği gümüşten yapıldı. İmam Musa Kâzım, Abdülkâdir Geylanî, Şeyh Şihabüddin Sühreverdi hazretlerinin türbeleri de aynı güzellik ve muhteşemlikte inşa olundu.
O günden sonra bir daha düşman ayağı Bağdat’a basamadı. Ta ki, Birinci Cihan Harbi sonunda İngiliz oyunları ortaya çıkana kadar.
Doç. Dr. Ahmet Şimşirgil
1 ping
[…] IV. Murad Han’ın Şahsiyeti Ordu-yu Hümayûn Bağdat Önlerinde […]